El-Münkız Mine'd-Dalâl : 'Şüphe, Felsefe ve Sûfîlik' - Gazzâlî


el-Münkız mine’d-dalâl, Hüccetü’l-İslâm İmam Gazzâlî’nin kendi düşünce dünyasındaki büyük değişim sürecini anlattığı ve felsefî anlamda şüpheciliği o güne kadar benzeri görülmemiş bir şekilde temellendiren muhtevası ile İslâm düşünce tarihinin en özgün otobiyografik eserlerinden biridir.

Eserin giriş kısmı, müellifimizin hakikati ararken duyulara ve akla dayanan bilgilerin gerçekliği konusunda derin bir şüpheye düştüğünü, kendisini bütün deneysel ve aklî bilgilerin dayandığı temellerden şüphelenmeye kadar götüren, bu sebeple "safsata” diye nitelediği kriz dönemi ile başlar. Bu şüphe ağır ve keskin bir şüphe olmuş ve Gazzâlî'yi iki ay boyunca pençesinde kıvrandırmıştır.

Şüphe insanın kalbine yerleştiğinde, onu yenemez ve içinden atamazsa hastalık gibi tüm vücudu sarar. Ne zaman deliller sunar ve aklı bunları kabul eder o vakit içinden de yavaşça sökülmeye başlar. İnsan düşünmesiyle, aklıyla diğer canlılardan ayrılır. Doğruyu, yanlışı, hayali ve gerçeği aklıyla idrak eder. Bu durumda insanın öğrendiği her bilgi ve süregelen bu hakikat arayışı için hak ve batılı ayıran mihengin akıl olması gerektiğini düşünür çünkü bundan daha üst bir yetiye sahip değildir. Yani şüphemizin geçmesi için aklımızın ikna olması gerekir, peki bizim şüphe duyduğumuz aklımız ise?

Kesin bilgi; konusu şeyin şüphe izi taşımayacak şekilde belirmesi, hiç bir yanılgı ve vehim ihtimali taşımamasıdır.

Hayattaki tüm bildiklerimizi gözden geçirince görürüz ki duyu organları aracılığı ile elde edilenler ile zarurî akıl prensipleri dışında kalan her şey bu vasıftan yoksun bilgilerdir. Buna göre de ilk önce bu bilgileri değerlendirmek gerekir.

Şimdi yazarın yaşadığı bu süreci bir de kendi sözleriyle anlatalım;


"..duyu organlarına nasıl güvenilebilirdi? Göz gölgeye bakınca onun durgun ve yerinden kımıldamadığına hükmeder, yıldızlara bakınca onları ufacık yuvarlaklar gibi görür. Fakat gözlem ve astronomi delilleri tersini ispat eder."

"O halde galiba bilgilerimizin başlangıç dayanağı olan zaruri akıl prensiplerinden başka güvenilebilecek bilgi çeşidi yoktur. 'On sayısı üç sayısından daha büyüktür' şeklindeki hükümlerimiz gibi. Fakat akıl prensiplerime karşı duyduğum güvenin de duyu organları ürünü bilgilere karşı beslemiş olduğun güven gibi olmadığından nasıl emin olabilirdim?

"Belki de duyu organları ve akıl yolu ile elde edip de inandığın tüm bilgiler sadece içinde bulunduğun duruma bağlı olarak gerçektir. Buna göre öyle bir duruma geçebilirsin ki o durumun uyanıklığa göre mahiyeti, uyanıklığın uykuya göre mahiyeti gibi olur."

Bu kuşkular ancak delil ile giderilebilirdi. Delil de temel akıl prensiplerine dayanarak ortaya konabilirdi. Temel akıl prensiplerini kuşkulu gördüğümüze ve kabul etmediğimize göre delil meydana getirmek mümkün değildi. Yani bu durumu bir şema ile açıklarsak;

Duyular ile algıladığımız bir bilgiyi akıl prensipleri ile tasdik ederiz (1), fakat aklımızı başka bir yeti ile tasdik etmek istesek bu durumda yine bu yetinin aklın zorunlu prensiplerine uygun olması gerekir (2). Bu durum içinden çıkılamaz bir kısır döngü oluşturur.

Müellif, bu çıkılmaz kuşku denizi ve şüphe döngüsünden “Allah’ın kalbine attığı nur” sayesinde kurtulduğunu ifade eder.

"Nihayet günün birinde Allah beni bu dertten kurtardı. Artık zaruri akıl prensiplerini onaylıyor, onları güvenilir temel dayanaklar olarak kabul ediyordum."

Söz konusu ağır şüphe kaybolup giderken yerini daha hafif başka bir şüpheye bırakmıştı. Bu şüphe kurtuluş yolunda ilerlerken karşılaşılan doğruyu bulma şüphesidir. Şimdi sıra hem onun hem de bizler için gerçeği bulmanın, hangi yolun doğru olduğunun ve kabul edeceğimiz bilginin nerede olduğunu bulmaktaydı.

Açıkça gösterilmekte ki sayılarının çokluğuna ve görüşlerinin farklılığına rağmen, 'her araştırıcı grup kurtuluşa erenin kendisi olduğunu sanmakta, her grup kendisinde olanla böbürlenmektedir.'

İşte Gazzâlî, kendisini bu meseleyi aydınlığa çıkarmaya adamıştır. Ona göre bunun en kolay ve en kestirme yolu, önce gerçeği arayan zümreleri tasnif etmek, arkasından da bu grupların görüşlerini teker teker incelemektir.

Ona göre bu kimseler dört guruba ayrılır:

1- Kelâmcılar: Bunlar kendilerinin serbest görüş ve delil ehli olduklarını ileri sürerler.

2- Felsefeciler: Bunlar da mantığa ve apaçık delillere dayandıklarını ileri sürerler.

3- Batıniler: Bunlar da kendilerinin öğrenme'yi esas tuttuklarını, masum bir imamdan bilgi almayı özellik haline getirdiklerini söylerler.

4- Sufiler: Bunlar da müşahede ve mükaşefe ehli olduklarını söylerler.

İşte gerçeği arayan yolun yolcuları bunlardır. 

Önce işe kelâm ilmi ile başladı; Kelâm ilminin gayesi, ehl-i sünnet inancını bid'atçıların vesvese ve kuruntularına karşı korumaktır.

Fakat kelâm âlimlerinin en çok ağırlık verdikleri nokta 'muarızlarının düşmüş olduğu çelişkileri ortaya çıkarmak ve onları farkında olmaksızın kabul ettikleri prensiplerle susturmaktır'. Oysa bu metod, aklın zaruri prensipleri dışında hiç bir prensibi kabul etmeyen kimsenin işine fazla yaramazdı.

Bundandır ki müellifimiz bu ilim dalını derdine deva olacak mahiyette bulmadı.

İkinci olarak felsefeyi inceledi. Bu kısımdan biraz detaylı olarak bahsetmek isterim.

Şurası tartışma kaldırmaz bir gerçektir ki gerek felsefecilerin ve gerekse bilginlerin  çoğunluğu imandan yanadırlar. Şu an bize tam tersi empoze edilse de durum bundan farklıdır. Hatta aynı örneği bilim adamları içinde verebiliriz. Allah'ın varlığını kabul etmeyen felsefeciler, bilginler ve bilimciler zayıf azınlıktır. Yine şüphe yok ki gerek klasik ve gerekse modern tüm felsefe dehâları; Sokrates, Aristo, Eflâtun, Platin, Dekart ve Kant gibi ünlü düşünürler, Allah'a inanmış felsefeciler arasındadırlar.

Aklın uzmanlık alanı maddi ve algılanabilir nesnelerdir. Felsefenin tabiî alanlardaki başarısı, onları aklın hem tabiî ilimler alanında hem tabiat ötesinde, hem madde alanında görünen âlem hakkında ve hem de gayb âlemi alanında at koşturabildiğini sanmaya itmiştir.

Bu temel yanılgıya kapılan kimseler aklı, tabiat ötesi alanına soktular. Bu girişimlerden rasyonalist (akla dayalı) ilahiyat felsefesi doğdu. Sonuç akıl hesabına bu alanda kesin bir başarısızlık oldu.

Gazzâlî ile felsefeciler arasındaki temel tartışma konusu, akıl yolu ile tabiat ötesi âlemin kesin bilgisine ulaşılıp ulaşılamayacağı idi. Felsefeciler 'ulaşılır' derken Gazzâlî 'ulaşılmaz' diyordu. Bundandır ki felsefeyi "Küfrü, bid'atçılığı ve inkar edilmemeyi gerektiren kısımlar" olarak üç bölüme ayırmıştır. Kitap içerisinde felsefenin bu iddiasının başarısızlıkla sonuçlandığını ispat eden bu kısımlar Aristo döneminden başlayarak detaylıca bahsedilmiştir.

Normalde "Metafizik" terimi "fizik bilimlerinin ötesinde" anlamıyla dış dünyada somut bir karşılığı olmamasına rağmen, akıl ve sezgi yoluyla idrak edilebilen varlıkları inceleyen felsefe-bilim dalıdır. Bu kavramın ilk duyu-ötesi sezilen soyut kavramlardan ve varoluş üzerine düşünmeye başlanıldığı zaman çıktığını tahmin edebiliriz. Şu an ise bizi rasyonalist felsefeyle çatıştıran şey bu durumun tam tersi şeklinde ifade edilmesidir. Daha iyi anlatmak için 'fizik' dalından örnek vermek gerekirse;

1 numaralı küme ilk çıkış anlamıyla akıl ötesi durumları ifade ederken, günümüzde ve felsefede ise iki zıt kavramı aynı kümede açıklamaya çalışıp tutarsızlık oluşturmaktadır (2). Hatta bu tutarsızlığı sürdürenler metafizik kavramları için akla tam dayalı cevaplar bulamayınca 'bilinmezlik' iddiasına sığınıp 'Agnostisizm' akımına kapılanlardan olmuşlardır. 

Bilmek gerekir ki Gazzâlî'nin felsefecilere yönelttiği bu hücumdan asıl maksadı ve ana hedefi aslında onların görüşlerini bütünüyle yıkmak değildi. Çünkü bu görüşlerin bir kısmı doğrudur ve dine de uygundur. Gazzâlî'nin asıl maksadı, bu görüşlerin dayandığı akılcılığı (rasyonalizmi) yıkmaktır. 

"Aslında yeni buluş, nesnelerin duyumları arasında meydana getirilmiş yeni bir sentezden başka bir şey değildir. Ayrıca algı yolu ile kazanılmış realite temeline dayanma bakımından eşsiz bir dahinin zihni ile sıradan bir cahilin zihni arasında temelli bir fark yoktur."


Gazzâlî böylece felsefeden de yüz çevirmiştir. Ona göre bunun gerekçesi şudur: "Çünkü akıl her şeyi kapsamına alacak yeterlilikte olmadığı gibi bütün karmaşık problemleri örten kara perdeyi kaldırmaya da elverişli değildir."

Öte yandan Fahreddin er-Râzî aklın yetersizliği konusundaki görüşünü şu iki beyitte ifade eder;
"Aklın en son adımı takılıp kalmak ve âlimlerin gayretinin çoğu sapıtmaktır, ömrümüz boyunca yapmış olduğumuz bunca araştırmalardan elimizde kalan tek şey 'dedi' ve 'dediler' gibi sözlerdir."


Gazzâlî felsefeden sonra 'Talimiyye' mezhebini incelemeye koyulmuştur. Bu mezhebi ve özelliklerini önceki yazımda detaylı anlattım o yüzden burada yer vermeyi gerek görmedim. Müellifimizinde dediği gibi;

"Belirteyim ki bu mezhepte hiçbir gerçek bulunmadığı gibi sözlerinin de hiçbir tutar tarafı yoktur."

Bütün bu araştırmalardan sonra tüm gücü ile tasavvuf yoluna yönelmiştir. Fakat tasavvuf yolu sırf ilimle aşılmaz. Bu yola girecek olan kişinin tüm himmeti ile Allah'a yönelmesi gerekir. Böyle olabilmek için maldan, mevkiden ve şöhretten yüz çevirip uzun veya kısa bir süre inzivaya kapanmak gerekir.

Oysa Gazzâlî, o günlerde mala, mevkiye ve şöhrete dalmıştı. Bu yüzden iç dünyasında bir yanda nefsin aşırı arzuları ile dünya, öbür tarafta bu aldatıcı diyardan uzaklaşıp ebedi âleme yönelme arzusu arasında çatışma baş gösterdi. Durum bu noktaya gelince ne yaptığını bize kendisi şöyle anlatıyor

"Acizliğimi anlayıp da iradem iyice elimden alındıktan sonra başkaca yapacak hiç bir şeyi kalmamış bir çaresiz sıfatı ile Allah'a sığındım. Darda kalınca kendisine el açanların duasını kabul eden Allah, benim de duamı kabul buyurarak bana maldan, mevkiden, evlatlarımdan ve dostlarımdan kolayca ayrılma gücü bağışladı."

Dünyadan uzak durmak, ister din uğruna, isterse mantığa dayalı bir endişe uğruna olsun, en eski çağlardan beri varolagelmiş bir eğilim, bir tutumdur.

Bilindiği gibi peygamberler ile veliler önünde sırlar açılmış ve göğüslerine nur akmıştır. Fakat bu öğrenme, inceleme ve kitap okumakla değil, dünyadan uzaklaşarak, onunla ilişkileri keserek, dünya meşguliyetlerini kalbden atıp olanca gayretle Allah'a yönelerek olmuştur. Çünkü kim kendini Allah'a verirse Allah da ona rahmetini gönderir.

Ve müellifimizin yaklaşık 10 sene süren, kendini her türlü kötü huydan, çirkinlikten, şöhretten, maldan arındıran ve yüzünü dünyadan çevirdikten sonraki sözlerini sizle paylaşarak yazımı bitirmek isterim;

"Kesinlikle anladım ki Allah yolunu tutmuş kişilerdir sûfîler. Bütün akılların akılları, tüm hakimlerin hikmeti ve şeriatın inceliklerini kavramış tüm alimlerin bilgisi, onların tutum ve ahlakını daha iyileri ile değiştirmek üzere bir araya gelse bunu başaramaz. Çünkü onların görünen ve görünmeyen bütün hareketleri nübüvvet kandilinin nurundan alınmadır bilindiği gibi yeryüzünde nübüvvet nurunun ötesinde aydınlatıcı başka bir nur yoktur."

"Kalbin işini Allah üzerine alınca ona rahmet yağar ve üzerinde nur parlar, göğüs genişler, kulun önünde melekût âleminin sırları açılır, ilâhî rahmet lütfu sayesinde kalbin üzerini örten perde kalkıverir ve orada ilâhî gerçekler parıldamaya başlar."


Büyük kadın sûfî şeyhlerinden biri olan  Râbiatü'l- Adeviyye'nin, şu sözleriyle yazımızı bitirelim.
 "Allah'ım, eğer ben sana cehenneminden korkarak ibâdet ediyorsam, beni oradan hiç çıkarma. Eğer cennetine girmek ümidi ile sana ibâdet ediyorsam, bana oranın yüzünü bile gösterme. Fakat eğer ben sana yüce cemalini görmek uğruna ibâdet ediyorsam, beni cemalini görmekten mahrum etme."

Yorumlar