Gazzâlî Anlatımıyla Düşünmenin Doğru Ölçüsü (el-Kıstâsü’l-Müstakîm)


Mantık, insanı insan eden en temel unsurdur. İnsan, yaratılan tüm mahlukattan mantıkla temeyyüz eder, mantıklı olmasından dolayı mesuldür. Diğer hiçbir mahlukattan beklenmeyen görev ve sorumluluklar ona yüklenmiştir.

İnsanoğlunun hakikat arayışı tarih boyunca şu üç referansla gerçekleşmiştir; İnanç, düşünce ve tabiat.

Asırlar boyunca bu üçünden üretilen bilgi de üç bilim alanına ortaya çıkarmıştır; Din, bilim ve felsefe.

Din, bilim ve felsefe kendilerine mahsus yöntemlerle aynı gayeye hizmet eder. Bu üç alanın birbiriyle çatışması sadece yanılsamadır.

Gazzâlî din, bilim ve felsefeyi aslında aynı hakikatin farklı metotlarla ifadesi şeklinde anlatmıştır. El-Kıstâsü'l Müstakim (Düşünmenin Doğru Ölçüsü) eseri de, Gazzâlî'nin bâtıniyye (tâ'limiyye olarak da anılan) Nizârî-İsmâilî Şiîlerine yönelik eleştirisidir.

(Gazzâlî dönemi, İran coğrafyasında ilgili mezhebin Hasan Sabbâh önderliğindeki siyasi yayılımı göz önünde tutulursa bu sohbetin o gün için önemi daha iyi kavranacaktır. Hasan Sabbah, müritlerinin eğitim almasını yasaklayarak cahil kalmalarını sağlamıştır. Onlara göre, onların eğitim almasına gerek yoktur, çünkü Allah'ı tanımak akıl ve fikirle değil, masum İmam'ın yol göstermesiyle mümkündür. Ta'limiyye, bu fikri savunan aşırı Şiî grup İsmâililere verilen addır.)

Kitap Gazzâlî'nin bir yolculuğunda Tâ'limiyye'den yanına bir yoldaşın gelmesi ve onunla olan gece sohbetini anlatır.

Tâ'limiyye'den olan o kişi kendince apaçık kanıtlarla Gazzâlî'ye meydan okuyarak onu soru yağmuruna tutar;

"Dedi ki;
Bakıyorum da yetkin bilgiye (kemâl-i ma'rifet) sahip olduğunu iddia ediyorsun. Gerçek bilgiyi hangi ölçüye göre tespit ediyorsun? Bireysel görüş (re'y) ve akıl yürütme (kıyas) ile mi?
Eğer öyleyse bunlar son derece çelişik ve karışık ölçülerdir. İnsanlar arasındaki fikir çatışmaları bunlardan ötürüdür. O halde öğretici imama tabi olman gerekir. Oysa sen de onu aramak için gayret görmüyorum! "

Burada Ta'limiyye, insanların fikir ayrılıklarından çıkan tartışmalardan ötürü insan aklının doğru bilgiye ulaşmak için bir ölçü olamayacağını savunur. Bundan ötürü de kendilerince yüce gördükleri bir imama bağlanarak akıllarını kullanmaz, doğru-yanlış ayırt etmezler, hakikati aramazlar ve şartsız itaat ederler (Buradaki durum tekke ve tarikat usulünden farklıdır).

Yani İsmâilî kişinin argümanı şöyledir: "Birbiriyle çatışan ve sürekli görüş ayrılığına düşen akıllardan genelgeçer doğruluk ölçüsü çıkarmak mümkün değildir. Şu halde akıl bu nitelikte bir ölçü birimi için uygun bir kaynak olamaz." Halbuki İslam dininde bunun yeri yoktur ki müellifimizde bunu reddetmiştir. ("Akledesiniz diye Allah ayetlerini sizin için açıklamaktadır." (Bakara 242))

Doğru bilgi kaynağına ulaşmak, varlık hakikatini bulmak felsefenin çıkış amacı olmuştur. Bu doğrultuda bir sürü akımlar, fikirler ve inançlar ortaya çıkmıştır. Bu da bizde ki mutlak bilgi ihtiyacını kanıtlar niteliktedir. Gördüğümüz, duyduğumuz her şeyin doğru ya da yanlış olmasını aklımızın ölçüsüyle algılar, tasdik ederiz. Peki aklımızın ölçüsünü belirleyen nedir, düşünceler insandan insana değişken ise bu hakikat arayışında ki mihenge vuracağımız kaynak nedir?

Yani Tâ'limiyye'den olan o kişi ve hepimizin sorusu olan; Dosdoğru ölçü nedir?

Gazzâlî; "Dosdoğru ölçü Allah'ın kitabında indirdiği ölçüdür. Kim Allah'ın resullerinden öğrenir, Allah'ın ölçüsüyle ölçerse doğru yolu bulur.
Şimdi sana artık hiçbir imama ihtiyaç bırakmayıp körlükten kurtaracak olan Kur'an'daki ölçüyü anlatayım. Kur'an'ın temelde ölçüleri 3'tür;

Teadül, telazüm ve teânüd"

Felsefe ve felsefe tarihini bilenlerin aşina olduğu bu ölçüler İbn Sînâ’nın el-İşârât ve’t-Tenbîhât (İşaretler ve Tembihler) kitabında çok detaylı bir şekilde anlatılmıştır. Gazzâlî bu ölçüleri indirgeyerek ve daha basit bir şekle uyarlayarak muhatabına anlatmıştır.

Teadül (Büyük Ölçü), İbrahim peygamberin Nemrud'a karşı kullandığı ölçüdür.
(Nemrud ilâhlık iddia etmişti ve onlar nezdinde ilâh ‘her şeye gücü yetenden' ibaretti.
Hz. İbrahim: "Benim ilâhım diriltmeye ve öldürmeye gücü yetendir a
ma sen buna güç yetiremiyorsun." der. Nemrud ise "Ben de diriltir ve öldürürüm." dedi. O, bu sözünden cima‘ ile nutfeye can verdiğini ve katletmek yoluyla öldürdüğünü kastetti.

Hz. İbrahim, Nemrud’un bu delilin geçersizliğini anlamakta zorlandığını gördü ve ona göre daha anlaşılır bir delile başvurup: "Allah güneşi doğudan getirmekte, haydi sen de onu batıdan getir" dedi.)

Mümkün, iki eşit seçenek arasında gidip gelen demektir. İki şey eşit olduğunda onlardan birinin özü gereği var olması ve yok olması düşünülemez. Çünkü onlardan biri için sabit olan şey zorunlu olarak diğeri içinde sabit olmaktadır.

"Benim "Rabb'im güneşe doğurtandır, güneşe doğurtan ilahtır." Bundan, "Benim Rabbim ilahtır" sonucu lazım gelir. "Güneşi doğurtan" Rabbin sıfatıdır. Bu sıfat hakkında ilah olma yargısında bulunduk. Bundan da "Rabbimin zatının ilah olduğu" yargısının çıkması lazım gelir."

Bu yöntemi her yerde uygulayabiliriz: Bir şeyin sıfatına ilişkin bir bilgi edinir ve o sıfata dair bir yargının bilgisine de sahip olursam, bu iki bilgiden üçüncü bir bilgi lazım gelir ki, ilgili yargının zorunlu olarak, anılan sıfatın sahibi olan zat için geçerli olduğu bilgisidir.

Bir kâtibin yazdığı bir yazının belli bir niceliksel değeri vardır. Ve bu değer mümkündür, zorunlu değil. Çünkü çizginin belli bir miktarı yoktur daha uzun ya da daha kısa olabilir. daha uzun veya daha kısa olmak yerine mevcut niceliksel değerine sahip olmasının sebebi, yazının faili olan katiptir.

"Aynı şekilde insanın şekli ve hacmi bakımından da niceliksel değerlerin oranı eşittir. İnsanın bu oranlar içinden belli bir orana sahip olması zorunlu olarak bir failin seçimine bağlıdır. Buradan daha da ileri giderek diyorum ki, insanın faili aynı zamanda bilgi sahibidir çünkü belli bir düzen ve sağlamlığa sahip olan her fiil, failinin o düzen ve sağlamlığa ilişkin bilgisine bağlıdır. O halde, onun bu düzene sahip olması da ancak failinin ilmine bağlı olmalıdır.
Düzenli bir yapının bilgiye dayanmasına gelince, bu açıktır ki akıllı hiçbir insan düzenli bir yazının hiçbir şeyi bilmeyen bir kalem vasıtasıyla da olsa ancak yazmayı bilen bir elden çıkabileceği konusunda şüphe etmez."

Telazüm ise; iki şeyin karşılıklı olarak birbirini gerektirmesi anlamında mantık terimi olarak geçer. Bu ölçünün tam ifadesi kitapta şöyle ifade edilmiştir;

Açıkçası kitapta ölçüler çok detaylı ve ayetlerden, hadiselerden örneklendirerek anlatılmış. Okuyucuyu sıkmamak ve yazıyı çok uzatmamak adına ben sadece tanım şeklinde bıraktım. Fakat bunların basit görülmemesi ve akli ölçüler olarak alındığını unutmamak gerekir. Hâkezâ kitap, insanlar arasında olan fikir ayrılıklarına da (Mezhep ayrılıkları gibi) detaylı bir şekilde değinmiştir.

Son olarak bu ölçülerin sadece dini bilgiler için değil tekrardan düşünmenin ölçüsü olduğunu vurgulamak isterim. Yazarımızın dediği gibi;

"Heyhât! Bu mîzânla sadece dinî bilgilerin (el-me‘arifu’d-dîniyye) ölçebileceğimi iddia etmiyorum. Aksine onunla Matematik, Mühendislik, Tıp, Fıkıh ve Kelâmı da ölçebilirim. Vaz‘î değil, bütün hakîki ilimlerin yanlışını doğrusundan bu mîzânlarla ayırt edebilirim. Nasıl olmasın! O, en doğru terazidir."

Ve son olarak;

"Dedim ki: Bir diğer delilim de şudur ki, bu mîzânları bildiğim gibi, bunları öğrettim, anlaşılmasını sağladım ve bunlara dair kalbindeki şüpheyi giderdim. Dolayısıyla imâmetime inanman gerekiyor. Bu tıpkı bir üstattan matematik öğrenmene benzer. Nasıl ki o sana matematik öğrettiğinde sen hem matematik öğrenmiş hem de bunun yanı sıra zorunlu olarak bir şey daha öğrenmiş olursun: üstadının matematikçi ve hesabı bilen biri olduğunu. Yani üstadının öğretmesinden [yola çıkarak] onun hem ilmini hem de Matematik bildiğine dair iddiasının doğruluğunu öğrenmiş oldun. İşte ben de, Hz. Muhammed ve Hz. Musa’nın nübüvvetlerine bu şekilde iman ettim. Ne ayın yarılması ne de âsânın yılana dönüşmesi sebebiyle değil. Çünkü böyle bir imana birçok şüphe bulaşır ve güvenilir olmaz. Fakat ben, mîzânları Kur’ân’dan öğrendim. İlâhiyata dair bütün bilgileri bu ölçülerle tarttım ve tamamının, Kur’ân ve Hadislere muvafık olduğunu gördüm. Böylece, Hz. Muhammed’in sâdık ve Kur’ân’ın hak olduğuna yakinen iman etmiş oldum.

Yani, tıpkı Hz.Ali’nin dediği gibi:
“Hakikat, kişilere bakarak öğrenilmez; sen önce öğren hakikati, tanırsın ehl-i hakikati.”

Yorumlar